Günlük hayatta sıkça kullandığımız “antika” kelimesi, çoğu zaman “eski eşya” ile karıştırılıyor. Oysa antika, yalnızca yaşlı bir eşyayı değil, aynı zamanda belli bir döneme tanıklık eden, nadir bulunan, sanatsal ya da kültürel değeri olan parçaları ifade ediyor. Genel kabul gören anlayışa göre bir eşyanın antika sayılabilmesi için üzerinden en az bir kuşak değil, yaklaşık bir asırlık, yani 100 yıllık bir zaman geçmiş olması bekleniyor. Bu süre, ülkelere ve mevzuata göre değişiklik gösterse de, “antika yani tarihi değeri olan, belirli bir dönemi temsil eden eski eşya” tanımı hemen her yerde ortak payda olarak karşımıza çıkıyor. Antika bir masa, yalnızca bir mobilya olmaktan öte, yapıldığı dönemin marangozluk tekniğini, kullanılan ağaç türünü, dönemin zevkini ve sosyal yaşamını da üzerinde taşıyor. Eski bir kolye, hem zanaatkârlığın izlerini hem de o dönemin moda anlayışını yansıtıyor. Bu nedenle antika, aslında geçmişle bugün arasındaki somut köprülerden biri olarak görülüyor.

“Antika” kelimesi Türkçeye, Fransızca “antique” sözcüğünden geçmiş bir kelime. Fransızcadaki bu ifade de kökünü Latince “antiquus” kelimesinden alıyor. “Antiquus”, eski, kadim, geçmiş zamanlara ait anlamına geliyor. Yani kelimenin kökeninde bile yalnızca yaş değil, “geçmişin derinliği” ve “eskiden kalma olma” hali vurgulanıyor.

Osmanlı döneminde de eski, kıymetli eşyalara verilen çeşitli adlar bulunuyordu. Sarayda ve konaklarda kullanılan değerli mobilyalar, halılar, yazma eserler ve hat levhaları, o dönemde “kıymetli eşya”, “eski eser” ya da doğrudan “nadide parça” gibi ifadelerle anılıyor; Cumhuriyet döneminde ise Avrupa ile artan etkileşimle birlikte “antika” kelimesi günlük dilde daha çok kullanılmaya başlanıyor.

Dünyada antikaya ilgi, özellikle sanayi devrimi sonrası hızlanan modernleşme ile birlikte artıyor. İnsanlar bir yandan yeni fabrikasyon ürünlere yönelirken, diğer yandan hızla değişen hayata karşı geçmişe ait olanı koruma isteği duyuyor. Avrupa’da soylu ailelerin koleksiyonları, saraylardan çıkan eşyalar, eski tablo ve heykeller, kısa sürede büyük bir antika piyasası doğuruyor. 19. yüzyıldan itibaren müzayedeler, antika pazarları ve ekspertiz kurumları bu ilginin etrafında şekilleniyor.

Türkiye’de ise antikacılık, hem Osmanlı’dan kalan mirasın hem de Anadolu’nun çok katmanlı tarihinin etkisiyle ayrı bir ağırlık taşıyor. Eski İstanbul konaklarından çıkan mobilyalar, köşklerden kalan avizeler, el dokuması halılar, bakır mutfak eşyaları, yazma eserler ve dini ya da sivil mimariden sökülüp getirilmiş parçalar, zaman içinde antika dükkânlarının vitrinlerini süslemeye başlıyor. Bugün İstanbul’un Çukurcuma, Üsküdar ve Beyoğlu gibi semtlerinde, Ankara’da, İzmir’de veya Anadolu’nun birçok kentinde, geçmişin izlerini taşıyan bu dükkânlar hâlâ meraklılarını kendine çekiyor.

Antika dendiğinde akla ilk gelen sorulardan biri de “Bu eşyalar nereden çıkıyor?” oluyor. Aslında antika eşyaların yolculuğu çoğu zaman bir evin tavan arasında ya da bir sandığın içinde başlıyor. Nesiller boyunca saklanan aile yadigârları, miras yoluyla el değiştiriyor; kimi zaman değerinin farkında olunmadan bir köşede unutuluyor, kimi zaman ise titizlikle korunup korunup uygun anda antikacılara satılıyor.

Bazı antika parçalar ise eski köşklerin, konakların el değiştirmesiyle ortaya çıkıyor. Yıkılacak ya da restore edilecek yapılardan sökülen kapılar, pencereler, avizeler, şömine parçaları ve döküm demir işleri, usta ellerde temizlenip restore edilerek antika piyasasına dâhil ediliyor. Eski dükkanlardan kalan tabelalar, sinema salonlarından çıkma afişler, kahvehanelerden kalan zar takımları bile zamanla antika kategorisine girebiliyor.

Bir diğer kaynak da müzayedeler. Koleksiyoncuların ellerinden çıkan tablolar, gümüş takımlar, saatler, porselenler, gramofon ve plaklar, uzmanlar eşliğinde değer biçildikten sonra açık artırma ile yeni sahiplerine kavuşuyor. Bu noktada her parçanın geçmişini belgeleyen faturalar, sertifikalar ve expertiz raporları, antikanın hikâyesini güçlendiren unsurlar olarak öne çıkıyor.

Pek çok kişi için “yıllanmış olan her şey antika sayılır” gibi bir algı var. Ancak gerçek böyle değil. Bir eşyanın antika sayılması için yalnızca eski olması yetmiyor. O eşyanın, üretildiği dönem açısından bir yenilik taşıması, el işçiliği barındırması, nadir bulunması, iyi korunmuş olması ve bir dönemi temsil etmesi gerekiyor. Örneğin, 40–50 yıl önce seri üretimle yapılmış, günümüzde değeri bulunmayan sıradan bir sandalye yalnızca “eski eşya” sayılıyor. Buna karşılık, 19. yüzyılda el işçiliğiyle yapılmış, dönemin tarzını yansıtan ve günümüzde benzeri az bulunan bir sandalye, yaşı, işçiliği ve nadirliği nedeniyle antika kategorisine girebiliyor. Aynı şekilde, bir aileyi nesiller boyunca temsil eden hat levhaları, gümüş tepsiler, porselen takımlar, eski fotoğraflar ve saatler de hem manevi hem de tarihi değeri nedeniyle antika değerine ulaşabiliyor.

Bu noktada “koleksiyon eşyası” ile “antika” da karıştırılıyor. Koleksiyon eşyaları, her zaman çok eski olmayan ama belirli bir temaya göre toplanan objeler (oyuncaklar, figürler, plaklar, kartpostallar vb.) olabilirken, antika hem yaş hem de tarihsel/estetik değer anlamında bir alt limit taşıyor. Yani her antika, koleksiyon konusu olabilir ama her koleksiyon parçası antika sayılmıyor.

Antikanın değerini belirleyen unsurların başında yaşı, nadirliği ve korunmuşluk durumu geliyor. Üzerindeki en küçük çatlak, onarım izi ya da eksik parça bile antikanın değerini etkileyebiliyor. Bunun yanında, antikanın hikâyesi de çok önemli. Hangi dönemde üretildiği, kimlerin kullandığı, hangi mekânda yer aldığı, hangi usta tarafından yapıldığı, varsa imzası ya da damgası, çoğu zaman fiyatı doğrudan değiştiren unsurlar oluyor.

Bir başka önemli nokta ise manevi değer. Bazı antikalar, parasal karşılığıyla ölçülemeyecek kadar özel bir anlam taşıyor. Dededen kalma bir saat, eski bir çeyiz sandığı, uzun yıllar aynı masada buluşan bir ailenin yemek masasının değeri, çoğu zaman piyasadaki fiyatından çok daha büyük oluyor. Bu nedenle pek çok kişi, antika değerindeki parçalarını satmak yerine gelecek kuşaklara aktarmayı tercih ediyor. Antikacılar ve ekspertiz uzmanları, bir parçanın yaşını, orijinalliğini ve tahmini piyasa değerini belirlemek için hem gözle hem de belgeyle çalışıyor. Ahşabın dokusu, kullanılan boya, işçilik tarzı, menteşe veya vidalar, imza ve damgalar, dönemi ele veren küçük ipuçları olarak yorumlanıyor.

Antika kavramı, yalnızca evlerdeki eski eşyalarla sınırlı değil. Tarihi eser niteliği taşıyan, arkeolojik kazılarda ya da eski yapılarda bulunan birçok obje de teknik anlamda antika sayılabilecek kadar eski ve kıymetli. Ancak bu noktada çizgi, hukukun devreye girdiği yerde netleşiyor. Bir ülkenin kültürel mirasına ait tarihî eserler, kanunlar gereği devlet koruması altında ve bunların izinsiz çıkarılması, satılması ya da yurtdışına kaçırılması ağır suç olarak değerlendiriliyor.

Bu yüzden antika merakı olanların, özellikle taşınabilir objeler söz konusu olduğunda, bir parçayı satın alırken mutlaka yasal yollardan geldiğinden emin olması gerekiyor. Fatura, sertifika, müzayede kayıtları gibi belgeler hem alıcıyı koruyor hem de kültürel mirasın kaçakçılık yoluyla zarar görmesinin önüne geçiyor. Yasal antika ticareti ile kaçak kazı sonucu elde edilen eserler arasında bu belgeler sayesinde net bir ayrım yapılıyor. Teknolojinin hayatı hızlandırdığı, pek çok ürünün seri üretimle dakikalar içinde ortaya çıktığı bir çağda bile antikaya ilgi azalmıyor, aksine artıyor. Çünkü antika, insanların geçmişle bağ kurma isteğine cevap veriyor.

El emeğiyle üretilmiş bir masa, oymalarıyla hikâye anlatan bir dolap, eskimeye yüz tutmuş bir gramofon, yalnızca bir “eşya” değil; aynı zamanda hayatın yavaş aktığı, emeğin ve sabrın daha görünür olduğu günlerin sessiz tanığı olarak görülüyor. Kimi için antika, bir yatırım aracı. Kimi için dekorasyonda fark yaratmanın yolu. Kimi için ise çocukluğunu, ailesini, büyüdüğü evi hatırlatan bir parça. Ortak nokta ise şu: Antika, zamanın izlerini taşıyan, her bakıldığında yeni bir detay fark ettiren, geçmişten bugüne uzanan sessiz bir hatıra defteri gibi yaşam alanlarında yerini koruyor.