Frankenstein ismi yüzyıllardır büyük bir yaratığın gölgesinde anılıyor. Oysa romanın merkezindeki isim, bir yaratığın değil, genç bir bilim insanının soyadıdır. Victor Frankenstein’ın gerçekte yaşayıp yaşamadığı sorusu bugün hâlâ popüler kültürde karıştırılan bir konudur. Bu karışıklık, hem romanın gücünden hem de esin aldığı gerçek bilimsel deneylerin tarihte bıraktığı izlerden kaynaklanmaktadır. Frankenstein hikâyesi yalnızca bir korku anlatısı değil; 19. yüzyılın bilimsel atmosferini, insanın yaratma arzusunu ve etik sınırların nasıl zorlandığını anlatan güçlü bir metindir.

Frankenstein’ın doğduğu yıllarda Mary Shelley henüz 18 yaşındaydı ve çevresi dönemin en sıra dışı figürleriyle doluydu. Şair Percy Bysshe Shelley ile yaşadığı ilişki, devrimci fikirlerin, kayıpların, yasın ve karanlık düşüncelerin iç içe geçtiği bir dönemdi. Shelley’nin çocuk yaşta kaybettiği bebeği, romanın merkezindeki “yitirilmiş hayat” ve “yeniden yaratma” fikrinin alt tonlarını derinleştirmiştir. Bu psikolojik arka plan, Victor Frankenstein’ın ölümden bir varlık yaratma ısrarını besleyen unsurlar arasında yer almıştır.

Genç yazar, 1816’da Cenevre kıyısında Lord Byron, Percy Shelley ve Polidori ile geçirdiği meşhur yazı kampında, “korku hikâyesi yarışması” fikri ortaya atılınca kısa süre içinde bu atmosferde büyüyen korkulu bir rüyanın etkisiyle Frankenstein’ın taslağını oluşturmuştur. Romanın temel sahnesi olarak bilinen, bilim insanının masasında hareketsiz bedenin canlanması, Shelley’nin kabuslarının bir parçası hâline gelmişti.

Tarihsel kayıtlarda Victor Frankenstein adında yaşayan bir bilim insanı bulunmamaktadır. Ancak Shelley’nin romanında oluşturduğu bu karakter, tamamen hayal ürünü değildir. Dönemin bilim dünyasında yürütülen deneylerin, özellikle elektrikle kas hareketlerinin tetiklenmesi üzerine yapılan çalışmaların etkisi büyüktür. Shelley, romanını yaratırken bu deneylerin yarattığı toplumsal etkiyi yakından izlemiştir. Bu nedenle Frankenstein, gerçek bir kişi olmasa da gerçek bir bilimsel düşünce ortamının, gerçek deneylerin, gerçek tartışmaların bir yansımasıdır.

Frankenstein efsanesinin kökleri, 18. yüzyılda İtalyan bilim insanı Luigi Galvani’nin deneylerine kadar uzanır. Galvani, metal bir telin ölü bir kurbağanın bacağına değdiğinde kasların titrediğini keşfettiğinde Avrupa’da büyük bir heyecan dalgası başlamıştır. “Hayatın kıvılcımı” fikri, özellikle bilim insanları arasında büyük tartışmalara yol açmıştır.

Galvani’nin “hayvan elektriği” olarak tanımladığı bu kavram, ölüm sonrası kas hareketlerinin anlaşılması açısından devrim niteliğindedir. Mary Shelley bu deneylerin Avrupa’da yarattığı yankıyı bilen bir yazardı. Romanındaki “bedeni elektrikle canlandırma” sahnesinin temelinde Galvani’nin bulguları bulunmaktadır.

Galvani’den sonra sahneye çıkan bir diğer isim ise yeğeni Giovanni Aldini oldu. Onun deneyleri halk arasında korku ve merak karışımı bir etki yaratmıştır. Aldini, özellikle idam edilmiş mahkûmların bedenlerine elektrik vererek kaslarını hareket ettirmeyi başarmış, bu deneyler gazetelerde büyük yankı uyandırmıştır. Deneylerin en çok konuşulanı, Londra’da idam edilmiş bir mahkûmun bedeninin elektrik akımıyla sıçraması, yüzünün kasılması ve kollarının istemsiz şekilde havaya kalkmasıdır. Bu olay, dönemin insanları için neredeyse ölümün yenilmesi anlamına geliyordu. Shelley, bu deneylerin haberlerini okuduğunda “elektrikle yeniden hayat verme” düşüncesini romanına taşımıştır.

Roman yalnızca bilimsel denemelerin etkisiyle şekillenmemiştir. Shelley’nin babası William Godwin, dönemin ilerici düşünürlerinden biri, annesi Mary Wollstonecraft ise kadın haklarının öncülerindendir. Bu nedenle Shelley, hem bilimsel hem felsefi tartışmaların içinde büyümüştür. Bilimin sınırları, insanın etik sorumluluğu, yaratma güdüsü gibi kavramlar onun zihninde çok erken yaşlarda şekillenmiştir.

Victor Frankenstein karakteri, insanın doğaya hükmetme arzusu ile etik sınırlar arasındaki çatışmayı temsil eder. Karakterin laboratuvarındaki yalnızlık, yaratma takıntısı ve sonrasında saklanma eğilimi, Shelley’nin kendi hayatındaki yalnızlık, kayıplar ve sorgulamalarla doğrudan bağlantılıdır.

Bugün geniş kitleler “Frankenstein” deyince yaratığı düşünür. Oysa romanda yaratığın bir adı yoktur. Shelley, yaratığı hiçbir zaman adlandırmaz; bu isimsizlik onun toplum tarafından reddedilmişliğini simgeler. Yaratığın konuşabildiği, toplumu gözlemlediği ve yalnızlıkla mücadele ettiği unutulmuş gerçekler arasındadır. Bu isimsizlik romanın en güçlü sembollerinden biridir. Yaratık kendisini tanımlayacak bir kelimeye sahip değildir; tıpkı topluma kabul edilme arayışı içinde kimliksiz kalan bir birey gibi.

Frankenstein’ın ortaya çıktığı dönem aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin ivme kazandığı yıllardır. Makinaların yükselişi, insan emeğinin yer değiştirmesi, bilimin etik sınırlarının tartışılması toplumda ciddi bir huzursuzluk yaratmıştır. Shelley bu toplumsal atmosferi yakalamış ve romanına işlemiştir. Victor Frankenstein’ın “yarattığı şey tarafından yok edilmesi” korkusu, dönemin insanının “makinelerin insanı ele geçirmesi” endişesinin edebi bir karşılığıdır. Bu nedenle Frankenstein yalnızca bir korku hikâyesi değil, aynı zamanda toplumsal bir eleştiridir.

Frankenstein’ın günümüzde yeniden popüler olmasının nedeni yalnızca korku unsurları değildir. Yapay zekâdan genetik mühendisliğine kadar pek çok alanda “insanın kendi yarattığı şeyle karşı karşıya kalması” fikri yeniden tartışılmaktadır. Bu nedenle Frankenstein, 200 yıldır güncelliğini yitirmeyen bir eser olarak görülür. Modern bilim dünyasında bile “Frankenstein kompleksi” terimi kullanılmaktadır. Bu terim, insanın yarattığı teknolojiye karşı duyduğu korkuyu tanımlar. Robotik çalışmalardan gen düzenlemeye kadar geniş bir alanda bu kavram referans olarak kullanılmaktadır.

Frankenstein’ın gerçek olmadığı açıktır. Ancak Shelley’nin yarattığı dünya, o dönem bilim insanlarının zihinlerini meşgul eden derin soruların izlerini taşımaktadır. Hayatın özü nedir, elektrik yaşamın kilidini açabilecek bir güç olabilir mi, insan kendi yarattığı düzen içinde tanrısal bir rol üstlenmeli mi ve bilimin etik sınırları nereye kadar genişleyebilir gibi tartışmalar romana doğrudan yansımıştır. Bu arayışlar, Shelley’nin hikâyesine hem felsefi bir temel hem de bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bir entelektüel yoğunluk kazandırmakta, Frankenstein’ı iki yüzyıl sonra bile canlı tutan asıl unsurları oluşturmaktadır.