İbn Sina, tıp tarihinde yalnızca fikir üreten bir filozof olarak değil, hastalık tanımlayan, ilaç kullanan ve tedavi uygulayan bir hekim olarak öne çıkmıştır. Onu diğer Orta Çağ hekimlerinden ayıran en önemli yön, gözleme dayalı bilgiyi sistemli hâle getirmesi ve bunu yazılı kurallara bağlamasıdır. Bugün modern tıbbın temelini oluşturan pek çok yaklaşım, ilk kez İbn Sina’nın eserlerinde açık biçimde yer almıştır.

İbn Sina, veremi sıradan bir akciğer zayıflığı olarak değil, kendine özgü belirtileri olan ayrı bir hastalık olarak ele almıştır. Uzun süren öksürük, kilo kaybı, halsizlik ve kanlı balgam gibi bulguları birlikte değerlendirmiştir. En dikkat çekici tespiti ise hastalığın aynı ortamda yaşayan kişiler arasında yayılabildiğini yazmasıdır.

Bu gözlem, mikroorganizmalardan yüzyıllar önce yapılmıştır. Hastaların sağlıklı bireylerden ayrılması gerektiğini belirtmesi, bugün “izolasyon” olarak adlandırılan uygulamanın erken bir örneği kabul edilmiştir. Veremin bulaşıcı bir hastalık olarak tanımlanması, tıp tarihinde önemli bir kırılma noktası oluşturmuştur.

İbn Sina, aşırı susama, sık idrara çıkma, iştah artışı ve kilo kaybı gibi belirtilerin bir arada görüldüğü özel bir hastalık tablosunu tanımlamıştır. Bu hastalığı diğer metabolik rahatsızlıklardan ayırmış, idrarın tadında tatlılık olabileceğini kaydetmiştir.

Bu tespit, diyabetin en eski klinik tanımlarından biri olarak kabul edilmektedir. İbn Sina’nın hastalığı böbreklerle ilişkilendirmesi, dönemi için oldukça ileri bir yaklaşımdır. Laboratuvar testlerinin olmadığı bir çağda, yalnızca gözlemle yapılan bu ayrım, klinik tıbbın gelişiminde önemli bir basamak olarak görülmektedir.

İbn Sina, yüksek ateşle seyreden hastalıkların hepsini aynı grupta değerlendirmemiştir. Şiddetli baş ağrısı, ense sertliği, bilinç bulanıklığı ve ateşin birlikte görülmesini farklı bir hastalık tablosu olarak ele almıştır. Bu tabloyu sıradan ateşli enfeksiyonlardan ayırmıştır. Bu yaklaşım, merkezi sinir sistemi hastalıklarının ilk klinik sınıflandırmalarından biri olarak kabul edilmektedir. Menenjitin ayrı bir hastalık olarak tanımlanması, teşhis ve tedavi anlayışında büyük bir ilerleme sağlamıştır.

İbn Sina, melankoli olarak adlandırılan depresyonu yalnızca ahlaki ya da ruhani bir durum olarak görmemiştir. İştahsızlık, uyku bozukluğu, halsizlik, kalp ritmindeki değişimler ve bedensel zayıflıkla birlikte ele almıştır. Ruhsal durumların bedeni doğrudan etkileyebileceğini savunması, psikosomatik tıbbın en erken örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu yaklaşım, depresyonun “zayıflık” değil, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu fikrinin temelini oluşturmuştur.

İbn Sina, afyonu rastgele bir uyuşturucu olarak değil, belirli durumlarda kullanılan güçlü bir ilaç olarak tanımlamıştır. Şiddetli ağrılarda ve cerrahi müdahaleler öncesinde düşük dozlarda kullanılmasını önermiştir. Aşırı kullanımın zehirlenmeye ve ölüme yol açabileceğini açıkça belirtmiştir. Bu yaklaşım, afyonun kontrollü tıbbi kullanımına dair en eski yazılı örnekler arasında yer almaktadır. Modern ağrı tedavisi ve anestezi anlayışının temelleri bu dikkatli doz yaklaşımına dayanmaktadır.İbn Sina, bitkisel tedavileri gelişigüzel uygulamamıştır. Her bitkinin etkisini, hangi hastalıkta ve hangi dozda kullanılacağını ayrıntılı biçimde yazmıştır. Sinamekiyi sindirim sorunlarında, haşhaşı ağrı ve sakinleştirme amacıyla, kekik ve sarımsağı enfeksiyonlarda, balı ise yara tedavisinde önermiştir. Bu yaklaşım, bitkisel tedavinin bilimsel temellere dayandırıldığı ilk sistemli çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir. Fitoterapinin modern anlamda şekillenmesinde önemli bir referans olmuştur.

İbn Sina, bir ilacın etkili sayılabilmesi için yalnızca teorik bilgiye dayanılmaması gerektiğini savunmuştur. İlacın tek başına denenmesi, aynı hastalıkta tekrar aynı etkiyi göstermesi ve dozunun sabit tutulması gerektiğini yazmıştır. Bu yöntem, günümüzde klinik deneylerde kullanılan temel prensiplerle örtüşmektedir.

İlacı gözlemle test etmesi, onu çağının en deneysel hekimlerinden biri hâline getirmiştir. İbn Sina’nın tanımladığı hastalıklar, kullandığı ilaçlar ve geliştirdiği tedavi yöntemleri, modern tıbbın yalnızca teorik değil uygulamaya dayalı bir bilim olduğunu göstermiştir. Onun çalışmaları, Orta Çağ’da hem Doğu’da hem Batı’da hekimliğin temel başvuru kaynakları arasında yer almış, yüzyıllar boyunca tıp eğitimini şekillendirmiştir.