
Elif'in babası..
"Demirin Kalbinde"
Sabahın ayazı, fabrikanın kapısında yüzüne çarptığında uyanır gibi oldu Hasan. Her gün aynı saatte, aynı iş elbiseleriyle, aynı makinelerin sesine karışmak için buradaydı. Alnından süzülen ter, daha güneş doğmadan önce bile sıcaktı. Ağır çekiç darbeleriyle şekil verdiği demir parçaları, sanki onun hayatı gibiydi; önce ısıtılıyor, sonra dövülüyor, sonra da bir biçime giriyordu.
Ama Hasan’ın iç dünyası, dışındaki bu sertliğin tam tersiydi. Eve her gece yorgun argın döndüğünde küçük kızı Elif’in çizdiği resimleri duvara astığı köşeye oturur, uzun uzun bakardı. Resimlerde hep güneş vardı, çiçekler, bazen bir salıncak. Oysa Hasan, en son ne zaman gerçek bir çiçek kokladığını hatırlamıyordu.
İş arasında çayını yudumlarken yanındaki ustabaşı Şükrü, “Ne düşünüyorsun yine Hasan?” diye sordu. Hasan gülümsedi: “Elif’in dün anlattığı hikâyeyi... Bir prenses varmış, demirden bir kaleyi güllere çevirmiş.”
Şükrü anlamadı, ama Hasan o an demirin soğuk yüzünde bir gül tomurcuğu hayal etti. Her günün yorgunluğuna rağmen, içindeki sıcaklıkla direniyordu. Çünkü biliyordu, çekiç sadece demiri dövmezdi; bazen insanın kalbini de şekillendirirdi.
Ve Hasan, her gün o ağır makineler arasında, içindeki sessiz sevgiyle hayata tutunmaya devam etti.
Sabah ezanı okunurken sokak lambalarının altından geçerek yürürdü Hasan. Cebinde eski bir not defteri, içine Elif’in çizdiği minik kalp şekilleri, arkasında “Seni seviyorum baba” yazan bir kâğıt. Bunlar, gün boyu sırtında ter olup damlayacak yorgunluğa karşı taşıdığı sessiz sığınağıydı.
Fabrikanın kapısından içeri girerken ağır makine sesleri çoktan başlamış olurdu. Gri beton duvarlar, tavandan sarkan paslı zincirler, köşedeki kaynak ışığının göz alıcı parıltısı… Bu dünyada güzellik, ancak işçilerin emeğiyle ortaya çıkardı. Hasan da o emeğin içinde, adeta teriyle şekil verdiği bir sanatçıydı.
O gün dövülecek demir borular vardı. Önce ocakta yüksek ısıda ısıtılırdı metaller; ardından büyük pres makinesinin altına alınır, şekil verilir, kesilir ve yeniden ölçülürdü. Hasan’ın elleri kalınlaşmıştı artık, parmak uçları hissizdi ama ölçü alırken gösterdiği hassasiyet, bir kuyumcunun titizliği gibiydi.
“Bir milim bile sapma olmayacak,” derdi ustabaşı Şükrü. Hasan başıyla onaylardı. İçinden geçirirdi bazen: “Keşke insanların gönlü de milimle ölçülebilseydi, eksikleri önceden görsek.”
Öğle molasında makineler sustuğunda, kantinde herkes sohbet ederdi ama Hasan çoğu zaman köşedeki pencereye oturur, gökyüzüne bakardı. Gökyüzü onun için özgürlüktü, hayaldi. Tavanı olmayan tek yerdi o fabrikada.
Eve dönerken elleri kurum içindeydi ama ruhunda yorgunluktan öte bir şey vardı. Yorulmak, alıştığı bir bedel olmuştu. Ama içindeki asıl yük, Elif’e daha çok zaman ayıramamak, ona sabah uyanmadan çıkmak, gece uyurken dönmekti.
Bir gün Elif, okuldan döndüğünde ona bir şey gösterdi: “Baba, öğretmen ‘emek’ ne demek diye sordu. Ben de senin ellerini gösterdim. ‘İşte bu’ dedim.”
Hasan bir an sessiz kaldı. Demirle geçen yıllar, makinelerle dolu saatler, o cümlede anlam bulmuştu.
Ertesi sabah işe giderken ilk defa durdu, cebinden o not defterini çıkardı. Altına küçük bir cümle ekledi:
“Demiri dövüyorum ama kalbimi de her gün yeniden şekillendiriyorum. Elif için.”