Bazen fark etmeden kendimizin en acımasız eleştirmeni oluyoruz. Başkalarına gösterdiğimiz

anlayışı, hoşgörüyü, sabrı kendimize göstermekte zorlanıyoruz. Sanki içimizde, bizi her

adımda takip eden görünmez bir yargıç var; “daha iyisini yapabilirdin”,

“neden böyle oldun”

“yanlış yaptın” diye kulağımıza fısıldayan.

O ses o kadar alışıldık ki, çoğu zaman onunla yaşadığımızı bile fark etmiyoruz.

Oysa insanın kendine nazik olması bir lüks değil; bir ihtiyaç.

Hatta çoğu zaman, hayatta kalmanın en etkili yolu.

Kendine nazik olmak, tembellik demek değil. Kendini şımartmak hiç değil.

Aslında en sade hâliyle şu demek:

“Ben de insanım, hatalarım var, yorgunluklarım var, eksiklerim var… ve tüm bunlarla birlikte

sevilebilir, değerli ve yeterliyim.

Bunu hatırladığımızda değişen tek şey bakış açımız olmuyor; nefesimiz bile genişliyor.

Kendimize yüklediğimiz ağırlık hafifliyor, omuz başlarımız düşüyor, yüzümüzde fark etmeden

bir yumuşama oluyor.

Çünkü insan, kendisine merhamet ettiğinde içindeki düğümler çözülmeye başlar.

Belki bugün yapabileceğimiz en küçük iyilik, sabah kalkınca kendimize bir soru sormaktır:

“Bugün kendime biraz daha anlayışlı olabilir miyim?”

Belki bir hata yaptığımızda başkalarına söylediğimiz cümleyi kendimize söylemektir:

“Önemli değil, olur böyle şeyler.

Belki bir yorgunluk anında kendimizi suçlamak yerine şöyle demektir:

“Dinlenmek hakkım, gerçekten yoruldum.

Belki de uzun süredir ertelediğimiz bir duyguyu fark edip ona yer açmaktır:

“Kırıldım. Bu da normal.

Kendine nazik olmak, hayatta yeni bir kapı açar.

İnsanın kendiyle barışması, dış dünyayı da sakinleştirir.

Çünkü insan kendi içindeki fırtınayı dindirince, dışarıdaki rüzgâr artık o kadar gürültü

çıkarmaz.

Bazen iyileşme, tek bir kelimeyle başlar:

Merhamet.

Kendine…

Sessizce, sakince, kimseye göstermeden verilen bir merhamet.

Belki bugün tam da buna ihtiyacımız vardır.