Dünyanın köşeleri olsaydı belki de çekilirdim birine ama yuvarlak diyorlar kendisi için. O yüzden başka köşeler aradık kendimize. Ben buldum mu bilmiyorum. Kazım’ın şarkısıyla devam ediyorum şimdilik. ‘Dünyada bir yerdeyim ben’.
Küçük bir çocukken ait olduğun yer neresi diye sorsalardı, hiç şüphesiz hepimiz tarif edebilirdik hemen. Sınırları çok geniş olmayan bir sokak, bir ev, bir oda… Hatta daha öncesine gidip yeni doğmuş halimizle beşiğimiz, daha da geçmişe gidip doğmadan önce annemizin karnı diyebiliriz ait olduğumuz yer için. Daha da arttırıp annemizin karnına düşmeden ‘kalu bela’ bile diyebilirim belki. Sonra düştük bir rahme, doğduk bir eve, büyüdük. Büyüdük ve yollara düştük sonunda. Bir düşün bakalım. Şu an neredesin, nereye aitsin? Ya da ait misin gerçekten? Doğduğun yere mi aitsin, ruhunun huzur bulduğu yere mi yoksa?
‘Ne işim var burada? Buraya sıkışıp kaldım.’ dediğin zamanlar oldu mu mesela? Köksüzlükle sınandın mı hiç? Kök salmak ile kanat açmak arasında bocaladın mı? Başka bir yere gittiğinde ‘buraya da yabancıyım’ hissi ile karşı karşıya kaldın mı? Baudelaire’in ‘Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir’ dediği noktaya geldin mi hiç?
İçinde aynı anda hem bir yere ait olma hem de hiçbir yere bağlı olmama isteğiyle kalabiliyor insan. Savrulmamak için köklerinin toprağa sarılması beklenir bir ağacın. Ama rüzgarın özgürlük fısıltısındadır yaprağın kulağı. Aidiyet ve köksüzlük… Güven ve özgürlük… Yalnız hemen hatırlatıp uyarımı yapayım; sen ağaç değilsin, sevgili okur. Aidiyetin sadece bir toprakla, bir binayla ya da bir pasaportla ilgili olmadığını anlaman gerek o yüzden. Bir dost sohbetinde, bir kitabın satır aralarında, bir şarkının melodisinde bazen de sadece kendi içinde bulabiliyor insan ait olduğu yeri. Mekandan münezzeh düşünelim mi biraz? Başını koyabileceğin bir omuz, samimi bir bakış, sıcak bir gülüş.
Köksüzlük zaman zaman yabancılaştırır insanı, doğrudur. Hep bir misafir hissi yaratır, o da doğrudur. Kalabalıkların içinde kaldığın yalnızlıkla başa çıkmak çok kolay olmuyor, biliyorum. Bazen acı veriyor ama o acıdan kendi içine kök salma kudreti doğuyor. Belki de insanı kendine bağlayan en önemli şey, bu köksüzlük. Dışarıda bulamadıkça ‘Toprağını kendin yarat’ çağrısının yankılanması. Çünkü insan hiçbir yere köklenemeyince sonunda mecburen kendi içine kök salıyor. İçinde bahçe kurmayı öğrenmeni sağlıyor. Zira hangi toprağa gidersen git, hep bir sürgün yeri gibi geliyor günün sonunda.
Mesele tek bir yere ait olmak da değildir belki. Parçalarımızı farklı yerlerde bırakabilmekte, aynı anda pek çok şeye ait olabilmektedir. En başta kendine. Devamında kendini hatırlatan her şeye. Hem köklenmek hem de gerektiğinde göç edebilecek kanatları koruyabilmektedir belki de çözüm.
Kaçıp saklanabileceğimiz köşeleri yok yerkürenin maalesef, yuvarlak diyorlar kendisi için. Kimseye kalmaması gibi bir özelliği de var zaten. O yüzden gerektiği kadar kök salmalı ki, zamanı geldiğinde rüzgarı arkamıza alıp kanat açabilelim. Yani demem o ki; ne ağaç ol, ne yaprak ol arkadaşım. Vesselam.
Sevcan D. yazdı: Sen ağaç değilsin
Sevcan D.
Yorumlar