Dünyanın köşeleri olsaydı belki de çekilirdim birine ama yuvarlak diyorlar kendisi için. O yüzden başka köşeler aradık kendimize. Bu köşe düştü bana da, biliyorsunuz.
Ne zaman yazacağım konu üzerinde düşünsem bir bir karşıma düşer konuyla ilgili birçok şey. Bazen okuduğum bir kitaptan, bazen izlediğim bir videodan çoğu zaman da gerçek hayattan. Kibir üzerine yazmak istemiştim bu hafta. Sezgin Kaymaz’ın ‘Nefha’ kitabını okumaya başlamıştım. Mikail düşünüyordu; ‘Ben ki koskoca bir meleğim, koskoca Cennet’in ve Adem sürgün edildikten beri hâlk edilen kâinatın yedi iklimi benden sorulur, bir yarım akıllı İblis kadar ders anlatamıyorum. Ayıp bana!’. Sonra gücüne giden şeylerin gücüne gitmesinin gücüne gittiğini düşünüyordu. Devamında Elest Bezmi’nde bir zamanlar Azazil’in yakıcı kibriyle Adem’e secde etmeyip cennetten sürülüp Şeytan olmasından bahsediyor. Kibir bu dönüşmeyle mi başladı acaba ilkin? Vardı da hep onunla mı ortaya çıktı? Ya da daha somuta indirgersek Kabil’de mi tezahür etti? 
Kabil ile Habil…İlk toprak çocukları. Birinin samimiyeti ve yumuşak bir kalbi var, bir diğerinin göğsünde ağır bir taş; kibir. Tanrı Adem’in bu iki oğlundan kurban sunmalarını istemişti. Habil elindeki en değerli olanı gönülden sunarken, Kabil elindekinin en önemsizini isteksizce sundu. Habil’in kurbanı kabul edildi. Ve bu reddedilişle Kabil’in kalbine kibir düşüverdi. Habil’e duyduğu kıskançlıkla birleşti. ‘Benim kurbanım nasıl olur da kabul görmez? Ben kardeşimden aşağı mıyım?’ düşünceleriyle doldu taştı. Kibrinin vermiş olduğu yetkiye dayanarak ilk cinayeti işledi. İnsanoğluna en kötü mirası bıraktı.
Geçen bir sohbet dahilinde ‘Kibirli davranmak en son benim yapacağım bir iş’ cümlesini işittim bir tanıdığımdan. Sonra düşündüm. Bu da bir kibir değil miydi? En alâsından hem de. ‘Ben bu hallere düşecek insan mıydım?’ söylemiyle de sağlam yarışır bence. Bir de bazen yakın gördüğümüz kişilerin yaşattığı kibir maruziyetleri oluyor. Güzel demeye imtina edenler, başarını desteklemeyenler, yaptığın işleri görmezden gelenler, emeklerini başarı olarak görmeyenler. Liste uzar gider. Neden diye düşünmeden edemiyor insan. Hiç tanımadığı insanları yere göğe sığdıramazken yakınına bakmayı reddediyorsa nedir bu? Kıskançlık mı, kibir mi? İkisi birden belki.
İnsanlar bu kadar büyük kibirlere nereden ulaşıyorlar? Kendilerini bu kadar üstte görmek için nereden besleniyorlar? Bazıları sabahı kendisinin getirdiğini sanan horoz gibi çıkıyor karşımıza maalesef. Onlara hatırlatmakta fayda var; horoz ötmese de güneş doğuyor, karanlığın bitimini haber veriyor sadece. Onlara kibirli teşhisi koymanın da içinde gizli bir kibir var mıdır diye sordum sonra. Bir de fazla tevazunun da gizli kibir başlığı altında sıraya girebileceğini ekledim düşüncelerime. Kendini kendinden de aşağı görebilmek ya da kendini kendinden de üstte görebilmek. Bu konu üzerine kurabileceğimiz her cümlede kendimize bir kibir bulup çıkarabiliriz belki. Sürekli kısırlaşan bu döngü nasıl kırılır bilemiyorum. Kafa karıştırıcı olması bir yana yorucu bir hal de alıyor zamanla.  Bir yerlerde bir dengeyi bulmak gerek, orası kesin. Nasıl yapılır şu an için net fikirlerim yok ama yollardayım işte. Arıyoruz işte. Beşeriz işte.
Kaçıp saklanabileceğimiz köşeleri yok yerkürenin maalesef, yuvarlak diyorlar kendisi için. Kimseye kalmaması gibi bir özelliği de var zaten. Dünya bunca kibri taşıyabilecek kadar büyük değilken senin omzunda taşıdıkların neden? Bir düşün bakalım arkadaşım. O apoletleri sana kim verdi? Vesselam.