Dünyanın köşeleri olsaydı belki de çekilirdim birine ama yuvarlak diyorlar kendisi için. O yüzden başka köşeler aradık kendimize. Bana da bu köşe düştü diye imzamla açılış yapıyorum yine.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım kıyafet odası yaptırmak istediğinden bahsetti. Bir oda dolusu kıyafeti olmalı ki böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor dedim. Bir oda dolusu kıyafet neden? Neden dolaplardan taşıp odalara ihtiyaç duyulacak kadar çok? Bize çok olanın değerli olduğuna kim inandırdı? Platon ‘’Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.’’derken, insanoğlunun ‘çok’ sevdasını görmüştü herhalde. Aslında çok olanın kıyafetler olmadığını düşündüm sonra. Onlar sadece zihnimizin dolup taşmasının bir yansıması bence. O kadar çok şey düşünüp belleğimizi bir o kadar gereksiz şeyle dolduruyoruz ki bunun farkına varacak düşünme gücü bile kalmıyor. Maruz kaldığımız gürültüler özümüzün sesini duymamızı ne kadar da engelliyor. Sosyal medya, televizyon, sosyal çevre gibi etkenlerle sürekli bir düşünce yumağının içinde debelenip duruyoruz. Farkında olmadan kendi etrafımıza ördüğümüz bu kabuğu kozamız sanıyoruz ama içinden bir kelebek olarak çıkamayacağımızı henüz bilmiyoruz. Ancak sadeleşmenin hakikatimizin üzerini örten örtüyü kaldırabileceğini göremiyoruz. 
Türkçe karşılığı sadelik veya yalınlık olan minimalizm terimini çok duyar olduk son yıllarda. Bir sanat akımı olarak 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış. Sonra mimari alanda yerini almış. Hatta ‘’less is more’’ yani ‘az çoktur’ deyişi de Alman bir mimar tarafından söylenmiş. Bu sadeleşme ilk başlarda tabii ki nesneler üzerineydi. Sonra hayatımızın her alanında olması gereken bir düşünce biçimi de yarattı. Eşyalar evimizi ele geçirmeden, zihnimizi ele geçiren fazla düşüncelerden sıyrılmayalım mı artık? Kolaydı sanki dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız kolay değil, lakin imkansız da değil.
Tavukların neden uçamadıklarıyla ilgili bir videoya denk gelmiştim geçenlerde. Bunun başlıca sebebi kanatlarının ağırlıklarını taşıyabilecek kadar büyük ve güçlü olmamasıymış. Bizim kanatlarımız mı küçük peki, yoksa yüklerimiz mi çok? Bir yandan sürekli geçmişle olan kavgalarımız, bir yandan gündelik telaşlara her gün bir yenisinin eklenmesi ve tabii ki bu topraklarda istisnasız yaşanan gelecek kaygılarımız. Ve tüm bunların üstüne bir de kadın olmamız. Tabii konu bir şekilde kadınlara, her hâlükârda annelere gelecekti. Kadınların aynı anda birçok şeyi düşünebilmeleri, onlara düşünmek zorunda olmalarını dayatmamalı. Hiçbir anne tanımıyorum ki yatmadan evvel ertesi günün planlamasını hem çocuğu hem de kendisi için yapmasın. Ya da sadece kahve almak için girdiği mutfaktan, etrafı toparladığı için bir saatte çıkamasın. O sırada çamaşırları ve ütüyü düşünmesin. Nasılsa yapabiliyor diye sırtına binen yüklerden dolayı hastalanan çok kadın tanıyorum ben. Verebileceğim örneklerin sonu yok ama bu yazının bir sonu var elbette. Ve yazımın sonuna doğru gelirken sizinle sık sık uyguladığım minik bir anda kalma yöntemi paylaşmak istiyorum. Sessizliğin sesine odaklanmak. Evet, sessizliğin de sesi var, derin bir melodi. Ve bu ses bizi o kadar arındırıyor ki hafiflemiş kalbinizle, ruhunuz gökyüzüne yükselebiliyor. Lütfen en azından kendinize bunun için ve hatta daha fazlası için zaman yaratın, en başta siz canım kız kardeşlerim. 
Kaçıp saklanabileceğimiz köşeleri yok yerkürenin maalesef, yuvarlak diyorlar kendisi için. Kendimize köşe ararken zihnimizin köşelerindeki yüklerimizden arınalım. Ve son olarak dileğim; tavuklarla beraber gökyüzünde süzülelim.