“Zaman bulamıyorum.” Bu cümleyi duymadığımız gün yok.Ama ne ilginçtir ki, tarihte hiç kimsenin zamanı bu
kadar çok da olmadı.
Dakikalar, saniyeler, hatta saliselerle ölçülen bir çağdayız.
Her şeyin hızlı olduğu, ama hiçbir şeyin tam yaşanmadığı bir çağ.
İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde bu kadar “zamandan tasarruf” etmeye çalışmadık.
Mikrodalga fırınlar, hızlı internet, tek tıkla alışveriş, sesli mesajlar…Hepsi bize zaman kazandırmak için.
Ama yine de hep geç kaldığımızı hissediyoruz.
Nereye yetiştiğini bilmeden koşan bir kalabalığa dönüştük.
Bilim insanları bu durumu “zaman paradoksu” olarak tanımlıyor. Amerikalı psikolog Philip Zimbardo, insanların
zamanı algılama biçimini üçe ayırıyor:
Geçmiş odaklı, şimdi odaklı ve gelecek odaklı insanlar.
Zimbardo’ya göre modern çağın insanı “gelecek odaklı” hale geldi;
yani hep bir sonraki işe, bir sonraki hedefe, bir sonraki güne yetişmeye çalışıyor.
Böyle olunca da şu anın tadını kaçırıyor.
Bir öğrenci düşünün:
Sabah uyanır, okula gider, teneffüste sınav kaygısı yaşar.Okul biter, etüt başlar.Evde yemek yerken bir yandan
soru çözer.
“Birazdan dinlenirim” der ama o birazdan hiç gelmez.
Yıllar geçer, mezun olur, işe başlar.
Sonra bir gün aynaya bakar ve “Zaman ne ara geçti?” diye sorar.
Belki de sorunun cevabı, “Zaman geçmedi, biz yaşamadık.”
Bilimsel olarak zaman algısı da yaşla birlikte değişiyor.
Nöropsikologlar, 10 yaşındaki bir çocuğun bir yılı “ömür boyu” gibi hissettiğini,
ama 40 yaşındaki birinin aynı yılı bir göz kırpışı kadar kısa algıladığını söylüyor.
Sebebi basit: Yaş aldıkça yeni deneyimler azalıyor.
Beyin, sürekli aynı rutinleri yaşadığında “yeni anılar” üretmiyor,
ve bu da zamanın hızla akıp gidiyormuş gibi hissedilmesine yol açıyor.
Yani zamanın hızlanması aslında bizim yavaşlamamızdan kaynaklanıyor.
Geçenlerde bir arkadaşım “Zamanım yok” derken elinde telefona gömülmüş,
dakikalarca aynı videoları izliyordu.
O an düşündüm: Belki de zamanımız var ama farkında değiliz.
Zamanı çalan şey, eksik plan değil; bilinçsiz yaşamak.
Telefonlarımızda “ekran süresi” raporları var,
ama kalbimizde “yaşam süresi” raporu yok.
Olsaydı, belki de en çok vakti, gerçekten hiçbir işe yaramayan endişelere harcadığımızı görürdük.
Bir araştırmaya göre, ortalama bir insan gününün 2 saat 31 dakikasını sosyal medyada geçiriyor.
Bu, yılda yaklaşık 38 tam gün demek.
Yani her yıl bir ayımız, ekrana bakarak kayboluyor.
Zamanımızı kimin çaldığını bilmek istiyorsan, önce kendi alışkanlıklarımıza bakmamız gerekiyor.
Ama çözüm basit değil, biliyorum.
Çünkü günümüz dünyası “meşgul olmayı” bir tür başarı olarak görüyor. Yoğun olan insan “önemli” sayılıyor.
Boş vakti olan insan ise sanki tembelmiş gibi yargılanıyor.Oysa bazen hiçbir şey yapmamak, zihni dinlendirmenin
en üretken halidir. Bir ağacın gölgesinde oturmak, sessizce kahveni yudumlamak, ya da sadece nefes alarak
“şimdi”yi fark etmek… İşte o anlarda zaman gerçekten yavaşlar.
Belki de asıl mesele zamanı yönetmek değil,
zamanla dost olmayı öğrenmektir.
Çünkü zaman, düşman değil; bizi büyüten, olgunlaştıran, hatırlatan bir öğretmendir.
Zamanı kontrol etmeye çalıştıkça stres artar;
ama ona saygı duydukça huzur gelir.
Bir Japon atasözü der ki:> “Zamanı harcamak parayı harcamaktan daha kolaydır,
ama geri almak çok daha zordur.”
O yüzden belki bugün yapılacak en anlamlı şey,
biraz yavaşlamak, biraz düşünmek ve “zamanım yok” dememeyi öğrenmektir.
Çünkü belki de zamanımız var —
sadece biz orada değiliz.