Dünyanın köşeleri olsaydı belki de çekilirdim birine ama yuvarlak diyorlar kendisi için. O yüzden başka köşeler aradık kendimize. Bana da bu köşe düştü, artık biliyorsunuz.

Babasını yakın zamanda kaybeden bir arkadaşım annesiyle baş başa bir tatile çıktı. Geçirdikleri bir haftanın sonunda o can alıcı cümleyi söyledi bana. ‘Ben annemi hiç tanımıyormuşum’. Kırk yaşına gelip de seni herkesten daha çok düşünen ve seven insanı tanımadığını görmek, üstelik onun da seni tanımadığını düşünmek… Bu bizim yanılgımız belki de. Çünkü anneler bilirler hep. Çocuklarının sesinden, sessizliğinden, bakışından, duruşundan anlarlar. Sadece bir zaman unutmuşlardır. Ve bunu hatırlamaları zor olmaz. Bir rüya ile, bir anlık hisle bazen de bir yolculukla. Bu yüzden yolculuklar aslında sadece birer yolculuk değildir. Ve bence arkadaşım için hatta annesi için de öyle oldu. Bir otobüsün ya da bir uçağın penceresinden dışarıya bakarken içimizi ararız, kuytuda kalan yerlerimizde geziniriz. Geçmişi şöyle bir altüst ederiz. Pişmanlıklar, geç kalmışlıklar, erken varmalar, bozulan yeminler, boyumuzu aşan yutulan laflar, belki muhatabı olmayan sorular… Ve en ağrılısı yarım bırakılanlar. Sözler, sesler, bakışlar, ilişkiler, kişiler…

Belki de yarım hissettirildiği için askıda kalıyor insanın sözleri. Her şeye yetişmek isteyip hiçbir yere varamama…Sanki hep bir eksiklik hissi, hep bir boşluk. Biz o boşluğu doğumda kesilen bağdan alıp göbeğimizin ortasına yerleştirmedik mi zaten? Ne tam bir evlat, ne tam bir anne. Oysa ki İlhami Algör ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku‘ da ne demişti ; ‘Aslında, tam diye bir şey yoktur. Her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür.’ Biz tam olmayı gözümüzde çok büyüttük bence. Yarımlığımızla barışamadık bu yüzden.

Zamanında yarım bırakılan cümleler bir süre sonra başka şekilde tamamlanabiliyor. İşte bu biraz sıkıntılı. İfade edemedikleri insanı bir boğaz hastalığında gösterebiliyor kendini. Tiroid hastalıkları kadınlarda neden daha çok görülüyor dersiniz?

Anneler hep saklarlar bir şeyleri. Bazen kalan son dilim pastayı, bazen çocuğunun en sevdiği yemeği, bazen bebek kıyafetlerini ve en çok da kendi dertlerini. Saklamak üzerine kurulan bir hayatları vardır. Mutlu etmek ve üzmemek için. Bu sanırım anne olacaklarını öğrendikleri gün yükleniyor onlara. Sonra çocukları büyüyüp ebeveyn olunca dedikleri gibi oluyor. ‘ Anne-baba olunca anlarsın’ lar bir bir gün yüzüne çıkıyor. Annelerin haklı çıkmak gibi bir özellikleri de vardır, bilirsiniz. 

Tarık Tufan bir kitabında şöyle diyordu ; ‘’Annemin de kimselere anlatmadığı dertleri vardı. Kimselere anlatmadığı gibi bana da anlatmadı doğrusu. Bana bile anlatmadıysa nereden biliyorum peki? Cümleleri yarımdı annemin, oradan biliyorum. Derdi olanın cümlesini tamamlamaya nefesi yetmez. Bir tambur sesinden bile inciniyordu, oradan biliyorum. Seccadesine oturuşundan, kahve fincanını tutuşundan, saçlarını tarayışından biliyorum, parmaklarını tespihin üzerinde gezdirmesinden biliyorum, gözleri bulutlardan seçilmez oluyordu, oradan biliyorum.’’

Kaçıp saklanabileceğimiz köşeleri yok yerkürenin maalesef, yuvarlak diyorlar kendisi için. Kendimize köşe ararken yarım kaldı bazı anılar. Tıpkı annelerin cümleleri gibi.